“Ar-Ge mi klinik araştırma mı?” 

 Nurettin Abacıoğlu

SoL’da dün bir haber geçildi... “Ar-Ge mi klinik araştırma mı?”

Habere konu olay, “Novartis İlaç Firması” ile “İstanbul Üniversitesi” arasında imzalanan ve klinik araştırmalara yönelik stratejik işbirliğini belgeleyen bir protokol. Kısacası yapılan iş; üniversitelerimizin moda kavramlarından birisi olan “üniversite-sanayii işbirliği” kapsamındaki bir girişim.

Habere göre, İÜ Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, tören konuşmasında, Türkiye’de araştırma-geliştirmeye (Ar-Ge) yeterli kaynak ayrılmadığını belirtiyor ve veciz bir ifade olarak “Globalleşen dünyada üretilen bilgiyi süratle ve doğru bir şekilde bilime dönüştürmek zorundayız. Bu konuda üniversite-sanayi işbirliği şart...” cümlesini sarf ediyor.

Konuyla ilgisi yok ama, değinmeden geçemeyeceğim: “globalleşen dünya” ayrı bir moda ve tuhaf bir laf.

İlki bende, sanki dünyanın geometrik şeklinde bir değişim oldu da şimdilerde ve giderek küresel hale dönüşmeye başladı gibi bir çağrışım oluşturuyor ve ilkinden daha da tuhafı, kapitalizmin gelişme evrelerine bakıldığında 19. yy. daki sermaye temerküzünün bugünlerden daha da geri olmadığını okur yazarlar pekala biliyor. Bunları geçip konuya dönüyorum.

İlaç işinden bahsedildiğinde, araştırma-geliştirme (Ar-Ge) hakkında konuşulmazsa konu neredeyse eksikli kalır. Önceleri de buna kenarından değindiğim kimi yazılar olmasına karşın, anlaşılacağı üzere bu başlık daha çok su kaldıracak görünüyor. Neden derseniz, Ar-Ge işi, “ilaçta uluslararasılaşma”nın “olmazsa olmaz” yegane kriteridir de ondan.

SoL’un adsız haber emekçileri, doğru ve haklı bir başlık atmışlar. “Ar-Ge mi?”; “klinik araştırma mı?” diye. Öyleyse konu biraz açılabilir.

Araştırma ve geliştirme, bütün metalarda olduğu gibi, ilaçta da toplam bir emek ve sermaye yatırım sürecidir. Süreci iki pencereden izlemek gerekir. Birincisi, rektör Söylet’in söylediği “bilgi-bilim dönüşüm süreci”dir. Diğeri ise, bilimde maddileşen ürünün üretimi ve bağlamıyla iktisadi ilişkiler sürecidir. Bu çerçevede “araştırma işi”, daha çok ilk sürece, “geliştirme faslı” da ikinci sürece denk düşer.

Yani “İlaçta Ar-Ge” denildiğinde, “Ar” kısaltmasına denk düşen pay, ilaç olabilecek bir maddenin keşfedilmesini gerektirirken, “Ge” kısaltmasının payı, aday moleküller içerisinden birisinin alınır, satılır, hastalık tedavisinde kullanılır bir ürüne dönüşmesini ve bunu beceren kuruluşun bu ürün üzerindeki mülkiyetini öngörmektedir.

Bu hayli uzun, çok çaba ve harcama gerektiren bir süreçtir. Kısacası, aklınıza esip, ben laboratuvara giriyorum ve örnek olsun, kansere ilaç bulacağım niyeti, iyi niyetten öteye geçemez; bu işin ardında, literatürde “çok uluslu şirket” olarak anılan bir sermayenin bulunması gerekir.

“İlaç sektöründe başlıca dört tip firma faaliyet göstermektedir. Bunlar sıralanırsa:

1. Genelde küçük/orta boyutlu yeni ilaç Ar-Ge’si yapmayan, jenerik ilaç satışında yaygınlaşan tipik ulusal kuruluşlar,
2. Dünya ilaç pazarlarında önemli paylar kazanmış, Ar-Ge yapabilen ulusal veya uluslararası jenerik ilaç firmaları (Bu firmalar patentli veya patent süresi dolmuş ilaçların modifiye jenerik şekillerini de geliştirerek pazarda avantaj sağlamaktadır),
3. Çok uluslu ya da uluslaraüstü olarak dünya pazarında üst düzeyde yer alan ve birçok ulusal pazarda payları % 40-60 olan, yeni ilaç Ar-Ge’si yapan, bunları patent koruması ile mülkiyetinde tutan kuruluşlar,
4. Ürünlerinin patentini çok uluslu ilaç firmalarına satan, araştırma ağırlıklı uzman biyoteknoloji firmaları bulunmaktadır.”

Çok uluslu şirket, ilaç sektöründe “uluslararasılaşma”nın ya da “sermaye rekabet süreçleri”nin en üst aşaması anlamına gelir. Bu en üst aşamaya varmış firmaların da, Ar-Ge işi yapan firmalar olduğu sınıflamadan anlaşılmaktadır. Çokulusluluk, hem sermaye birikimi ile tetiklenmekte ve hem de kalıcılığı, “rekabete yönelik buluş” süreci ile şekillenmektedir.

Ar-Ge çalışmalarıyla rekabetçi buluşu gerçekleştirebilen firmalar, pazardaki liderliğini sürekli yeni ilaç ürünleri geliştirerek korumaya çalışırken, bu ürünlerin daha iyileri (etkinleri) ya da taklitleri yapılıncaya değin “tekel kârı” elde etme ayrıcalığına da sahip olurlar. Özetle, Ar-Ge çalışmaları tekel kârını maksimize etme amacına yönelik olmakla beraber, bu kârı elde edinceye değin ciddi riskler taşır. Uluslararası ilaç firmaları risklerini dört kalemde sınıflarlar: Bunlar, i) araştırma faaliyet ürününün (bilgi) kamu malı olma özelliğinin bulunması, ii) bilginin ortaya çıkması sürecinin yatırım, harcama bakımından büyük ve zaman açısından uzun olması, iii) yeni bir kimyasal bileşiğin ilaç olabilmede düşük başarı şansına sahip olması ve iv) rakipler tarafından ürünün taklit kolaylığıdır. Öyleyse bir tedbir alınmalı, genel ve özel riskler azaltılmalıdır. Çözüm, “uluslararası patent sistemi” nin sağladığı korumayla ve koruma süresini maksimize eden ek düzenlemelerle sağlanmaktadır. Patent sistemi ayrı bir tartışma konusu oluşturduğu için, burada içeriğine değinilmiyecektir.

Ar-Ge çalışmalarını iki döneme ayırmak olasıdır. İlki, araştırmalarla ilaca dönüştürülecek molekülün keşif dönemidir. İkinci dönem daha karışık ve ardışık süreçleri izler. Bu dönemdeki ilk süreç, klinik öncesi, yani deney hayvanları üzerinde yapılan çalışmaları içermektedir. Sonraki basamakta yer alan klinik deneyler, “faz” olarak adlandırılan ve dört aşamada gerçekleştirilen, sağlıklı ve hasta gönüllü insanlar üzerinde yapılan çalışmaları içermektedir. Son basamak ise, ilacın bir ticari ürün olarak Sağlık Bakanlığınca ruhsatlandırılması ve pazar sonrası denetimini içermektedir. Bunların ayrıntıları da patent gibi ayrı bir yazıya konu olabilir.

Özetle, ilaç Ar-Ge’si, teknolojisine ilişkin yöntem ve süreçler bakımından “bilim” bağlamında değerlendirildiği gibi, ilaç üretiminde uluslararası sanayi sermayesinin bir yapılanma aracı olarak da anlaşılmak durumundadır.

İlacın dünyada üretimi, uluslararası büyük ilaç tekellerinin hakimiyetindeki pazar etkinliklerinin sürdürüldüğü bir arenada cereyan etmektedir. Oligopolistik bir sanayi yapılanması nedeniyle, “aksak rekabet” koşullarının sürdüğü bir sektör olan dünya ilaç endüstrisi, yapısal olarak kapitalizmin “kârlılık ve eksik tüketim krizleri”nden önemle etkilenmektedir. Sektör, krizlerin etkisinden korunmak için döngüsel iki çabayı sürdürmek durumundadır. İlki, hep daha yeni ilaç molekülü keşfetme ve keşfe uygun hastalıkları da çeşitlendirme zorunluluğudur. Bu, hem firmalar arası rekabetin sürüdürülebilirliği için ve hem de kârlılığın maksimizasyonunu olanaklı kılmak için gereklidir. İkincisi ise, sağlanan “tekel kârı”nın elden çıkmaması için, “patent” başlığı altında fikri ve sinai mülkiyet mücadelesini derinleştirmek ve siyasi nüfuzlarla, uluslararası düzeyde hukukileşmesinin yaygınlaştırılmasını sağlamayı gerektirmektedir.

Rektör Söylemez, “globalleşme” lafıyla “bam teli”ne vuruş yapmıştır. Novartis yetkilisi, habere konu ayrıntılarda yukarıda resmedilen manzara içinde firmalarının 7.5 milyar dolarlık bir yatırım kapasitesine sahip olduğunu ifade ederken, kuşkusuz bu nemadan üniversiteyi yaralandıracak bir kapıyı bir yandan açarken, bu yatırımlar karşılığında önemli bir kâr artışı beklentisi içinde olmanın üstü örtük mesajlarını da vermektedir.

Yazıyı noktalamadan önce, son birkaç saptama daha yapmak gerekmektedir. Türkiye’de özellikle ilaçta patentin kabul edildiği 1995 yılından sonra, “Ar-Ge” çalışmalarından daha çok söz edilmeye başlanmıştır. Dünya ilaç tekellerinin Türkiye’ye gelip, sıfırdan bir molekül keşfi yapma gibi ne istek, ne de niyetleri bulunmaktadır. Böylesi bir yatırım, firmalar bakımından işletme verimliliği ve kârlılığı itibariyle kapitalist piyasa uygulamalarının doğasına da aykırıdır.

Sektörün Novartis dahil, uluslarüstü kontrolünü elinde tutan ve ilk 10 firmasının (bunların tümü Türkiye’de de faaliyet göstermektedir) Ar-Ge etkinliklerine bakıldığında, hepsinin merkez ülke araştırma laboratuvarlarının bulunduğu ve keşif çalışmalarının buralarda sürüdürüldüğü görülmektedir.

Türkiye’nin ekonomik büyüklüğüyle orantılı, bu türden ilaç araştırmalarına ayırabilecek kaynak ve olanaklarının bulunduğu da söylenemez. Dolayısıyla, Türkiye’de ilaç işinde “keşif, buluş”a yönelik bilimsel araştırmaların firmalar eliyle sürdürülen bir etkinlik alanı olarak gerçekleştirilmesi kesinlikle sözkonusu değildir. Devlet üniversiteleri ve yoğunlukla Eczacılık Fakültelerinde sürüdürülen ilaç molekülü keşfine yönelik bilimsel faaliyetlerin çapının da, ülke olanaklarıyla orantılı ve yeterli olmadığı ayrıca malumdur.

Geriye bir tek klinik araştırma kalmaktadır. Yani şimdi keşif ve araştırma aşamasını geçmiş, aday bir molekülün, gönüllü sağlıklı ve hasta gruplarında etkililik ve güvenliliğini ölçen çalışmaların, Türkiye’deki üniversite kliniklerinin katılımıyla hasta sayıları bakımından daha çok çeşitlendirilmesine katkı oluşturulan bir süreç yaşanmaktadır.

Aktarılması gereken başka konuları, başka yazılara bırakmam gerekmektedir. Olup biten, Ar-Ge’nin “Ge” si içindeki klinik araştırmaların bazı “faz çalışmaları”ndan başka birşey değildir. Üniversite-Sanayi işbirliğindeki “klinik araştırma” faslı da, kapitalizmin paradigmalarına uygun ve fakat bu memleket klinisyenlerinin yenilerde tanıştığı bir deneyimlenme sürecinden başka birşey değildir.

nuriabaci@gmail.com

Kaynak: www.sol.org.tr



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat